Nurullah ÖZGÜN

ANADOLU İRFANI BİZE NE SÖYLER?

Nurullah ÖZGÜN

ANADOLU İRFANI BİZE NE SÖYLER?
Anadolu… Dicle’den Fırat’a, Ağrı’dan Toroslara uzanan, toprağı kadar sözleri de bereketli bir yurt. Tarihin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış, nice uygarlığın izini taşımış bir coğrafya. Ama onu sadece taşında, toprağında, tarihî yapılarında değil; insanının gönlünde, dilinde ve yaşam biçiminde tanırız. İşte bu tanımda en çok karşımıza çıkan kavramlardan biri de irfandır. Anadolu irfanı… Ne tam anlamıyla ilimdir ne de kuru bilgi. Ne sadece geleneksel inançlardır ne de sadece folklorik motifler. Anadolu irfanı, yüzyılların birikimiyle oluşmuş, gönül süzgecinden geçmiş bir hayat felsefesidir. Bu yazıda, işte bu derinlikli kavramı birlikte çözümlemeye çalışacağız: Anadolu irfanı bize ne söyler?
İrfan kelimesi, Arapça kökenlidir ve “tanıma, bilme, anlama” anlamlarına gelir. Ancak günlük kullanımdaki karşılığı, sadece bilgi edinmek değildir. İrfan, kalp ile bilmek; gönülle anlamak, hikmetle düşünmektir. Yani aklın ötesine geçip kalbin de dâhil olduğu bir anlayıştır. İşte Anadolu’da yüzyıllar boyunca oluşan bu irfan, ne yalnızca İslamî geleneklerden ne de sadece yerli kültürden ibarettir. Bu topraklarda yaşamış her halktan, her inançtan, her hayat tarzından bir şeyler almış; mayalanmış, pişmiş ve bize kadar ulaşmıştır.
Mevlana’nın hoşgörüsünde, Hacı Bektaş-ı Veli’nin eşitlik anlayışında, Yunus Emre’nin sade ama derin şiirlerinde bu irfanın izlerini görürüz. “Gel ne olursan ol, yine gel” diyen Mevlana ile “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” diyen Yunus’un sözü, aynı irfanın farklı tonlamalarıdır. Anadolu irfanı, işte bu iki büyük nehir gibi akar; bazen coşar, bazen sessizce süzülür ama her zaman insanın ruhuna işler.
Anadolu irfanının merkezinde insan vardır. Ancak bu insan sadece birey değil; toplumu gözeten, ötekinin derdiyle dertlenen, kendini bilen, haddini bilen bir insan tipidir. Anadolu irfanı bize öncelikle şunu öğretir:
İnsan, kendini bilmeli.
Yunus’un da dediği gibi: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” Kendisini bilmeyen insanın bilgisi kuru bir yükten ibarettir. Bu yüzden Anadolu irfanında ilim ve ahlak, bilgi ve erdem, her zaman birlikte düşünülür.
İnsan, haddini bilmeli.
Haddini bilmek, kibirden uzak durmaktır. Anadolu insanı için “alçakgönüllülük”, sadece bir erdem değil; bir yaşam biçimidir. “Alçak gönüllü ol, toprak gibi; üzerine basan çoğalır” sözü bunu anlatır.
İnsan, yaratılanı sevmeli.
Yaratılanı sevmek sadece insan sevgisi değildir; doğayı, hayvanı, hatta taşı, toprağı sevmektir. Anadolu irfanı, insan ile tabiat arasında kutsal bir bağ kurar. Bu yüzden “suyu israf etme, ağaç kesme” gibi sözler, sadece ekolojik duyarlılık değil; irfanî bir çağrıdır.
İnsan, barıştan yana olmalı.
Anadolu irfanı, kavgayı değil; uzlaşmayı, bağırmayı değil; dinlemeyi, kırmayı değil; onarmayı salık verir. “Bir musibet bin nasihatten evladır” derken bile içinde bir öğüt saklıdır: acıdan ders al, ama başkalarına acı verme.
Bugünün dünyasında ne yazık ki bilginin çok ama hikmetin az olduğu bir çağda yaşıyoruz. Herkes konuşuyor, ama az kişi dinliyor. Herkes haklı, ama kimse sorumluluk almıyor. İşte bu çağda Anadolu irfanı, bir yön pusulası gibi önümüzde duruyor. Bizlere şunları fısıldıyor:
Daha dikkatle dinle, düşün.
Daha çok paylaş, daha az hükmet.
Daha çok sev, daha az yargıla.
Bilgiyi ararken kalbini de ihmal etme.
Anadolu irfanı, bireycilikten ziyade topluluk ruhunu önemser. Mahalle kültüründen gelen paylaşım, komşuluk, imece gibi kavramlar, bu irfanın toplumsal tezahürleridir. Eskiden evde tencere kaynamıyorsa komşu bilirdi; şimdi kapı komşusunun kim olduğunu bilmeyen insanlar çağındayız. O yüzden Anadolu irfanı bir nostalji değil, günümüz sorunlarına cevap olabilecek bir çözüm yoludur.
Eğer çocuklarımıza sadece matematik, fen, tarih öğretiyor; ama onları dinlemenin, anlamanın, paylaşmanın ne demek olduğunu anlatmıyorsak, yarım bir eğitim veriyoruz demektir. Anadolu irfanı, eğitimin sadece aklı değil, gönlü de kapsaması gerektiğini söyler.
Kültür aktarımı bir nesil meselesidir. Eğer Anadolu irfanını çocuklarımıza, gençlerimize aktaramazsak; sadece sözler değil, bir yaşam biçimi de kaybolur. Bu aktarım sadece kitaplarla, derslerle olmaz. Yaşayarak, örnek olarak, göstererek olur. Bir çocuğa merhameti öğretmenin en iyi yolu, merhametli davranmaktır. Paylaşmayı öğretmenin yolu, onunla sofranı paylaşmaktır. Bu yüzden Anadolu irfanı teorik değil, pratik bir bilgidir.
Gelecek kuşaklara bırakacağımız en kıymetli miras, mal mülk değil; iyi insan olmanın, vicdanlı yaşamanın önemini anlatan bu irfan olabilir. Modern eğitimin içine bu değerleri katmadan sadece teknik bilgiyle ilerlemek, insanı tek kanatla uçurmaya benzer. Uçar gibi görünür ama aslında savrulur.
Kültürel faaliyetlerde de aynı durum geçerli. Tiyatrolar, diziler, kitaplar; hep bir “duygu eğitimi” aracı olabilir. Ama ne yazık ki çoğu zaman bu eserlerde gösterilen, Anadolu irfanının değerlerinden uzak, yüzeysel anlatılar oluyor. Oysa bir Yunus Emre’nin birkaç beyti, tüm bu yapay anlatılardan daha derin olabilir:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan…”
Anadolu irfanı, bir ses değildir; bir nefes gibidir. Gürültücü değil, sakinleştirici. Kaba değil, zarif. Bencil değil, paylaşımcı. Bu irfan bize ne söyler derseniz, belki de en yalın hâliyle şunu:
“İyi ol. Adil ol. Tevazu sahibi ol. Kalbinle yaşa. İnsan gibi yaşa.”
Bu çağın karmaşasında, teknolojiye boğulmuş hayatlarımızda, Anadolu irfanı bize bir hatırlatma yapıyor: İnsan, sadece bilen değil; hissedendir. Ve en yüce bilgi, insan olma bilgeliğidir.

Nurullah Özgün

Yazarın Diğer Yazıları